19 Kasım 2012 Pazartesi

SON İZLEDİKLERİM, OKUDUKLARIM






 Kesinlikle çok eğlenceli, güzel bir filim. Hint sineması son yıllarda iyibir çıkış yakaladı. Hareketli, danslı, müzikli, ama en güzeli izledikten sonra "mutlaka tekrar izlemeliyim" dedirtecek kadar iyi. Özellikle çocuklarınızın yaşı çok küçük değilse ailecek izlenebilir.
Savaş filimlerini çok sevmem. Hele 2. dünya savaşından artık fenalık geldi. My way, bu yüzden izlemeye ön yargıyla başaldığım bir filimdi. Fakat  çarpıcı savaş sahneleri bir yana, filimde dostluk, sadakat, özgürlük gibi duygular çok güzel işlenmiş. Tavsiye edrim. Yalnız savaş sahneleri çocukların izlememesi gereken türden.


Nevzat Tarhan'ın kitaplarını zevkle okuyorum. Tıbbi bilgi ve deneyimlerini tasavvufun zenginliği ile harmanlamış ve ortaya gerçekten iyi bir eser çıkmış. Uslubu akıcı, dili sade. Ortaokul düzeyindeki çocuklarınızla sesli okuma saatlerinde paylaşabileceğiniz bir kitap.

16 Kasım 2012 Cuma



Hayat sanki bir deniz, biz de suyun üzerinde ilerliyoruz. İlk zamanlarda, çocuklukta falan, deniz çok dalgalı, sen ise sanki ufak bir salın üzerinde çırpınıyor, bir an önce hızlı hızlı gitmek istiyor, ancak pek fazla yol alamıyorsun. Zaman geçtikçe teknen büyüyor, kalitesi ve hızı artıyor, ancak senin hızlı gitme isteğin git gide azalıyor.Yavaş yavaş tadını çıkararak gitmek, etrafı seyretmek istiyorsun. Ancak çocuklukta hızlı gitmek ne kadar zorsa, yaşlandıkça yavaşlamak da o denli zorlaşıyor. Bütün motorlarını istop etsen bile artık kocaman bir gemi olmuş olan aracın çarşaf gibi denizin üzerinde hızla ve sessizce kayıyor. Sen ise güverteden geminin pruvasının yardığı suların iki yana doğru açılarak uzaklaşmasını ve ufukta beliren karşı kıyının hızla yaklaşmasını hüzünle izliyorsun.( kaynak : hastalardan öğrendiklerim)



8 Ağustos 2012 Çarşamba

Hayattan ne öğrendim bilmek istersen?

Hayatta ne öğrendim bilmek istersen?


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.

Karanlığı gördüm, korktum.

Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...

Ağladım.


Yaşamayı öğrendim.

Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;

Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.


Zamanı öğrendim.

Yarıştım onunla...

Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...


İnsanı öğrendim.

Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...

Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.

Sonra güvenmeyi...

Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,

Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.



İnsan tenini öğrendim.

Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...

Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.



Evreni öğrendim.

Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.

Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.

Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...

Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,

Bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.

Kendime yazıyı öğrettim sonra...

Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.

Sonra dayanamayıp dönmeyi...

Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...

Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.

Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine inandım.

Düşünmeyi öğrendim.

Sanra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.

Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...

Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzlık olduğunu;

Gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...

Ve gerçeğin acı olduğunu...

Sonra dozunda acının,

Yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.



Her canlının ölümü tadacağını,

Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.



Dostlarım,

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.

Olur ya...

Kalp durur...

Akıl unutur...

Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur...

 HZ. MEVLANA

23 Temmuz 2012 Pazartesi

karaburun ve çocukluğum

Hava sıcak mı sıcak.. Cırcır böcekleri sanki öterken çatlayacaklar..Günler o kadar uzun ki.. Sabah seinliğinde bizim eve yaklaşık 500 m uzaktaki sütçü Hanife Teyze'ye süt almaya gidiyoruz babamla.. Hanife Teyze'nin derme çatma kulübesiyle bizimki arasında hiç ev yok o zamanlar..Kuru otların, defne çalılarının arasından ilerliyoruz.. Önümüzden bir çekirge sıçrıyor..Babama "uzun kız çıkar mı?" diyorum.. Gülüyor, "onlar öyle sıcağında çıkar, korkma" diyor. Hanife Teyze, sütü sağarken çardakta bekliyoruz. Bu deniz kokusuna karışmış kekik kokusu, bu ferahlatıcı tatlı rüzgar..Hayatım boyunca başka hiçbir yerde duymadığım bir koku..Öğle sıcağı basmadan denize gidilir.. Deniz genelde dalgalıdır..Deniz çok sığ ve ipek gibi kum olduğundan, dalgalar çocuklar için tehlikeli değil eğlencelidir.. Deniz dalgalı olduğunda nedense su daha ılık olur. Dalga yoksa, denizin dibindeki altın sarısı ipek halı gözükür.Güneş ışıkları, suda kırılarak denizin dibinde dans eden ışık oyunları yapar.Denizden çıkınca illa bir avuç taş toplanır. Sahil, dalgaların yuvarlattığı, bibirinden güzel taşlarla doludur ki, küçükleri beş taş, büyükleri sek sek için idealdir. Denize girmesi güzel de, eve geri dönmek pek zordur. Allah rahmet eylesin bizim dede, denize kadar kocaa tarla dururken, evi taa tepeye yapmış çünkü.. Ağırlaşan çocuk bedenim dayanmaz, başlarım vızıldanmaya.. Babam omuzuna alır, eve omuz üstünde keyifle giderim. Evde banyo yok o zamanlar.. Sabahtan güneşe bırakılmış hortum, iyice kızışmış, kapı önünde hortumla yıkanıveririz. Zaten bizim evden başka ev falan da yok etrafta.. Öğleden sonra zorunlu uyku faslı.. Annemleri uyutup kalkıyorum. Yapacak hiçbir şey yok.. Okuma bilmediğim için, abimin Teksas-Tombiks kitaplarının resimlerine bakıyorum biraz..Zamanın yavaş aktığı yıllar..Şimdi de öyle yavaş aksaya.... Neyse akşam üstü ikinci deniz faslı ve ardından ikindi çayı..O zamanlar pişiler, irmik helvaları, gözlemeler daha mı lezzetliydi? Gece olunca gökyüzü ışıl ışıl yıldızlarla dolar."Anne" diyorum; "yazın yıldızlar neden daha parlak?". "Yaz olduğu için değil, burda hiç ışık olmadığı için böyle parlak görünürler."diyor annem. Haklı, etrafta birkaç küçük kulübenin ışığı hariç hiç ışık yok ki..
Çok yerler gördüm, çok yerde denize gridim. Genelde sakin ve doğal ortamlardan hoşlanırım. Öyle yıldızı bol oteller, kulaç atsan insana çarpan yüzme havuzları, insanların saatlerce güneşin kabağında kendini kızarttığı plajlar hiç tarzım olmadı. Ama gittiğim hiçbir yerde Karaburun Ardıç koyunun kokusunu, esintisini, insanın içine işleyen dinginliğini bulamadım. Belki de çocukluk anılarımın ağzımda bıraktığı tat yüzünden..

9 Nisan 2012 Pazartesi

evde lahmacun keyfi


Bizimkiler lahmacuna bayılıyor, malum eşim Gaziantep'li. Gaziantep'te lahmacun yemeğin yanında neredeyse ekmek gibi tüketilen bir şey. İlk gittiğimde çok şaşırmıştım. Sofraya bir deste lahmacun geliyor, yemeğin yanında yeniyor. Eşim İzmir'de hiçbir yerde alıştığı lezzeti bulamadı. Bir de kebap, lahmacun gibi gıdalarda genelde çok yağlı et kullanılıyor, inanılmaz reflüjenik. Dışarıda bu tarz yemek yiyince bana ağırlık çöküyor, çocukların yemesini hiç istemiyorum o yüzden. Malum, bol baharatlı yiyecekler, çok da hile kaldırıyor. O yüzden lahmacunu evde yapıyoruz. Çok sağlıklı, tertemiz, lezzetli..Antep usulü yiyecekseniz arasına köz patlıcan sarıp yiyeceksiniz. Ben bol limon ve roka ile seviyorum. Tarife gelince:
Az yağlı 1 kg kıymaya 4-5 adet çok ince doğranmış( rondadan çekilebilir) ve suyu sıkılarak alınmış kırmızı biber, yine çok ince doğranmış ve suyu sıkılarak alınmış 3-4 domates, 2 demet ince kıyılmış maydanoz, 7-8 adet ince kıyılmış sarmısak, tuz, karabiber. Karışımı, eve yakın bir pide salonuna yolluyorum.Bu malzemeden yaklaşık 15 adet lahmacuh çıkıyor.
Afiyet olsun..

3 Nisan 2012 Salı

ÇOCUĞUM KONUŞMUYOR



Yunus Kerem, 26 aylık oldu.Maşallah, çok hareketli, sağlıklı, akıllı bir çocuk. Söylenen herşeyi anlıyor, getir, götür,dilini çıkar, el salla gibi basit emirleri yerine getiriyor, birçok markayı tanıyor.Mesala 20 tane kredi kartı içinden "hangisi iş bankası desek" ,bulup çıkarıyor. Ama konuşmuyor. Kızlarım, o kadar erken konuşmuşlardı ki..Ayşe'nin 1 yaşında çekilmiş videosunu seyrettik geçen gün. Çocuk şarkı söylüyor, eline çorap geçirmiş, bize "meraba" yapıyor. Hal böyle olunca endişe düzeyim artıyor. Önce çocuk gelişimi uzmanı ile konuştuk. "yaygın gelişimsel bozukluk olabilir"dedi. Çok canım sıkıldı, bir problem var da ben mi konduramıyorum diye epey teleşlandım. Çocuk psikiyatrı bir arkadaşım var, hemen ona koştuk. Uzun uzun sohpet ettik, o da bu arada Yunus'u gözledi. "Birşeyi yok bu çocuğun, evde uzun saatler bakıcısıyla yalnız kalıyor, biraz da fazla tv izlemiş, endişelenmeyin" dedi. Tavsiyesine uyarak oyun grubuna başlattık, tv saatlerini kısıtladık. Şimdi sadece Pepe'yi izliyor. Bu arada, psikiyatr arkadaşıma göre Pepe çok iyi bir çizgi karkter. Çocukların rahat rahat izleyebileceğini söyledi. Bakalım sonuç ne olacak.

Bakalım ne zaman izin çıkacak..

28 Mart 2012 Çarşamba

vitamin d eksikliği ve bahara merhaba



Çok uzun zamandır bloguma el atamadım, farkındayım. Hastalarımdan "nerelerdesiniz, hiç yazmaz oldunuz" şeklinde sitemler almaya başlayınca, "bugün ne yapıp edip iki satır yazayım, şeytanın bacağını kırayım" dedim. Uzun ve yorucu bir kış dönemi geçirdik. Kendimi gerçekten yorgun ve isteksiz hissediyorum. Hafta içleri zaten çok yoğun bir tempomuz var. Sanki haftanın bir başı var, bir de sonu..hiç yaşanmamış gibi... Hafta sonları da, soğuktu, yağmurluydu, çocukların yüzme kursuydu, icaptı...derken şöyle doğru düzgün bir dinlenemedik. Gün ışığına ciddi anlamda hasret kaldık. Bu durumda d vitamin seviyelerimiz dibe vurdu. Son günlerde d vitaminiyle pek ilgiliyim. Biz fakültedeyken, d vitaminin sadece kalsiyum ve kemik metabolizması ile ilgili olduğunu öğrenmiştik. Oysa son yıllarda yapılan çalımalar, bağışıklık sisteminden üreme sistemine kadar pekçok vücut fonksiyonu için d vitamininin ne kadar önemli olduğundan bahsediyor. Hatta gebelik şekeri , gebelik tansiyonu, erken doğum gibi gebelik problemleri ile de ilişkisi saptanmıiş. Son 2 yılda değişik alanlarda d vitaminin etkisini ortaya koyan çalışmaların sayısı patlamış durumda. Ben de d vitamini ile ilgili bazı çalışmalara başladım bu arada.

D vitamini güneş ışığı sayesinde deride üretilen bir vitamin. Vitamin dendiğine bakmayın, aslında bir çeşit hormon. Yağlı balıklar, yumurta, ceviz gibi bazı gıdalar ile alınabilse de esas kaynak güneş. Ultraviolet camdan geçmediği için, öyle pencereden gelen güneş de işe yaramıyor. Eksikliği çok yaygın, özellikle gebelerde. Gün boyu ofiste çalışanlar özellikle risk altında. Telafisi için ya d vitamini takviyesi alınacak, ya da bol bol açık havaya çıkılacak. Dünya sağlık örgütü, gebelikte d vitamini takviyesini şiddetle öneriyor. Ama gebe değilseniz, ben deniz ikincisini tavsiye ederim. Şöyle çocukları alıp, kırlara çıkmalı.. Uçurtma uçurmalı, papatya taçları yapmalı, toprağa uzanıp bulutları seyretmeli....Bu arada bedavadan d vitamin depolamalı.....

Velhasıl yenilenmeye , tazelenmeye, çiçek açan ağaçlar gibi dirilmeye ihyiyacımız var. Baharın hepimiz için ruhen ve bedenen yenilenmeye vesile olmasını diliyorum.

1 Şubat 2012 Çarşamba

sütten kesme-2







Sonunda başardık. İlk girişim tam bir fiyaskoydu. Bir heves , hastaneden aldığım tekadermleri ( şeffaf, geniş yüzeyli yara bandı) yapıştırdım. Memede bantları görünce çılgına döndü. Küstü, sinirlendi, ağladı.. Kabus gibi bir geceydi .Ertesi gün bütün karalılığımla eve geldiğimde bizimkini salya sümük hasta buldum. Ağladıkça sekresyonu artıyor, daha da huysuzlaşıyordu. Mecburen bantları çıkardık. Memesine kavuşunca bir mutlu oldu ki sormayın. Eskisinden de beter düştü. 1 ay sonra 2. denememiz gerçekleşti. Bu sefer eşimle kesin karar aldık, ne olursa olsun geri dönmeyelim diye. İlginç olan ilk seferki kadar zorlamadı bizi. Uykuya dalmak zor oldu tabi. Bu arada iyice babaya düştü. Bu gün 1 hafta oluyor. Gece iyice uykusu gelince babasının kucağında sızıyor. Gece uyanmalarında bazen kendi kendine dalıyor, dalamazsa kalkıp direk eşime gidiyor. Kalkıp bir su içiyorlar, biraz dolanıyorlar, babasının kucağında tekrar uyuyor. Tabi bu durum biraz eşimi vurdu ama, yine de ikimizde bu kadar çabuk halledibildiğimiz için mutluyuz.Ben de ki süt üretimine gelince, bir hafta boyunca meme ağrısı çektim.Hiç sağmadım 5. günde yumuşama ve ağrıda azalma meydana geldi. Sütü daha çok anneler için sıkı bandaj uygulama,sıvı kısıtlaması, hatta gerekli durumlarda ilaç tedavisi önerilebilir. Bir haftadır sanki çocuğum büyüdü, hareketlerine bir olgunluk geldi.

20 Ocak 2012 Cuma

ÇOCUKLUK




Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

16 Ocak 2012 Pazartesi

EĞİTİM SERÜVENİ


Uzun zaman sonra nihayet bloguma elim değdi. Çalıştığım hastane üniversite hastanesi oldu diye bahsetmiştim sanırım . Ben de yardımcı doçent oldum. İnsan hayatında bazı kırılma noktaları vardır ya, bu da benim için öyle birşey oldu. Biliyorsunuz, 7 yıldır özel sektörde çalışıyorum. Artık herşey iyice rutine binmişti. Uzun mesailer, icaplar, polikilnkte nefes almadan hasta bakmalar, hepsi birbirinin aynı gibi geçen günler...Öff yeter artık diye haykırıp, erken emeklilik hayallerine başlamıştım. İyi kötü Allah'a şükür evimizi arabamızı aldık, bana birşey katmayacaksa çalışmamın da çok anlamı yok diye düşünüyordum ki...Herşey değişiverdi. Önce üniversite olduk, sonra acaba hoca olarak kiminle çalışırız ki diye kaygılanırken, Allah bize kalbimize göre bir hoca nasip etti. Hem mesleğinde çok iyi, hem de öğretme hevesiyle dolu, pozitif enerji yayan bir insan. Bir de hiç aklımda yokken öğretim görevlisi oluverdim. Vallahi bu kadarı da pes. Zamanında az uğraşmamış, hakkettiğim halde istediğim yerlere gelememiş, bir dolu gözyaşı döküp, lanet olsun deyip kapatmıştım bu defteri. Rabbi hiç ummadığım bir anda yeniden açıverdi. E artık hakkını vermek lazım. Doçentlik için kolları sıvadık. Araştırmalar, makaleler,seminerler, oo.. yapılacak çok iş var..
Hayatın gündemi nasıl da değişiveriyor bazen.