1 Kasım 2010 Pazartesi

GEBELİKTE GİZLİ TEHLİKE: TOXOPLAZMA


Cuma günü polikilnikte 2 toxoplazma vakası yakaladım. Canım çok sıkıldı. Biraz toxoplazmadan bahsedeyim, belki okuyanlara bir faydam olur diye düşündüm...

Toxoplazma bir parazit hastalığı. Sağlıklı bireylerde hastalık % 80 belirtisiz, % 20 de grip gibi (halsizlik, kas ağrısı, ateş , lenf bezlerinde şişme ) geçiyor. Yani sağlıklı insanlar, hastalığı fark etmeden geçiriyor. Türkiye'de hastalığın geçirilme oranı bölgelere göre değişmekle beraber %3-7 civarında. Hastalık,kedi dışkısı ile kirlenmiş gıdaların iyi yıkanmadan yenmesi ile ve çiğ etlerden geçiyor. Yani iyi yıkanmadan yenen her türlü salata, yeşillik, meyve, çiğ köfte gibi iyi pişmeden yenen et ürünleri hastalığa neden olabilir. Ayrıca çiğ etle temastan sonra ellerin, bıçağın , tezgahın iyice temizlenmesi gerekir. Ben evde farklı renkte 2 ayrı kesme tahtası kullanıyorum; biri etler için ,biri salata için. Salataya koyacağım tüm malzemeyi de 10 dakika sirkeli suda bekletiyorum. Dışarıda da çok güvenmedikçe salata, yeşillik yememeğe çalışıyorum ..Bunlar çok basit, ama etkili önlemler.

Gebeliğe gelince işin rengi değişiyor. Gebelikte toxoplazmanın geçirilmesi, parazitin bebeğe geçmesine ve bebekte kalıcı hasar meydana gelmesine neden oluyor.Bebekte zeka geriliği, geç gelişen körlük, karaciğer hasarı, gelişme geriliği gibi çok ciddi sorunlara neden olabiliyor.Bu nedenle ,biz ,gebe takibine aldığımız her hastadan ilk muayenesinde hastalığın varlığını gösteren toxo ıgm testi ilebağışıklık durumunu gösteren toxo ıgg testi istiyoruz.


toxo ıgg+ ıgm - : kişi daha önce hastalığı geçirmiş bağışıklığı var. Artık aşılı gibi. Gebelikte sorun yok.


toxo ıgg - ıgm + : kişi aktif hasta.Gebelik haftası göz önüne alınarak tedavi kararı verilir.


toxo ıgg + ıgm + : kişi kısa süre önce hastalığı geçirmiş. Bu kişilerde hastalık ne kadar önce geçirilmiş bunu anlamak için avidite denen bir test yapıyoruz. Hastalığın geçirilme süresine göre karar veriyoruz.


Sözün kısası toxoplazma gebelikte geçirildiğinde ciddi sorunlara yol açabilen sinsi bir hastalıktır.Gebelikte mutlaka tarama testleri yapılmalıdır. Gıda hijyenine tüm yaşantımız boyu özen göstermeli, temizlik kurallarına uyulmayan yerlerde çiğ gıda tüketmemeliyiz. Bunun dışında evde kedi beslemek ya da kedi sevmek toxoplazmaya neden olmaz. Evde kediniz varsa veteriner kontrollerini aksatmayın, kedinizi sevdikten sonra ellerinizi sabunlayın. Çocukluğundan beri evcil hayvanlarla iç içe olan kişilerin bu tarz hayvan kökenli hastalıklara bağışıklıkları zaten genelde var. Araştırmalar, canlı hayvanlarla oynayan çocukların, peluş hayvanlarla oynayan çocuklardan daha az hastalandığını gösteriyor. Çocuklarınızı da hayvan sevgisinden mahrum etmeyin.


22 Ekim 2010 Cuma


Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları,
içimdeki çocuk!
Hele bir kanatlansın ufuklar,
Hele bir içini çeksin orman,
Hele bir kere güneşler yansın,
Kertenkeleler üşümesin,
Hele bir kere toprak kansın,
Mevsim demlensin,
Hele bir ballansın böğürtlen dikenleri!
Gelincikler bedava,
Gökler sahipsiz
Bahçeler zilzurna..
Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları,
içimdeki çocuk!
Dudaklarında kalın kabuklu bir portakal kokusu,
Tabanlarında, kınalı keklikleri bol dağların rüzgarı karıncalansın..
Hele bir kere dallarda sallansın
İri kalçaları şeftalilerin;
Hele bir duyulsun uzaktan
Yaylı çıngırakları
Yıldızlar seslensin,
Hele bir armut ağacı temmuzu yüklensin,
Hele bir kerrecik daha yalınayak yere değsin içimdeki çocuk. . .

SONBAHAR


Evimin karşısındaki sitenin büyük ve bakımlı bir bahçesi var. Manzarası onlardan çok bize yarıyor. Pencereyi açınca direk bahçeyi görüyorum. Bahçenin ortasında ne ağacı olduğunu bilmediğim tek ve görkemli bir ağaç var. Şiirlere konu olan cinsten..Yaprakları sararmaya başladı.Serin rüzgar okşadıkça gövdesini, narin yapraklarını nazlı nazlı bırakıyor yeşil çimlerin üzerine.Sonbahar gelince hergün bahçeyi temizleyen Sefer Bey de bırakıyor herşeyi oluruna.. İyiki de öyle yapıyor.. Yemyeşil çimlerin üzerinde sarı- kahverengi yapraklar..doyumsuz bir görsel şölen..Sarmaşıklar kızarmaya başladı.. 10-15 günde bordonun en tatlı tonları ile şenlenecek gözümüz, gönlümüz..Aklıma takılmış ..Teoman'dan "İstanbul'da sonbahar"....mırıldanıyorum..Hüzün mü sonbaharın getirdiği.. Hayır, dingin bir mutluluk , belki huzur.. Bu anın büyüsü bozulmasın istiyorum...

19 Ekim 2010 Salı

DEĞERLER


(Bu günkü yazım, hergün çok severek okuduğum sevgili Büşra Karaca'nın ANNE NOTLARI adlı blogundan alıntı. İstifadenize sunarım. )

Sevgili Anneler Babalar, etkili iletişimin alt yapısında sekizinci konuya geldik. Değerler… İnsanın yaşamına yön veren ilkeler… Uğruna cinayetlerin işlendiği, masum genç kızların aile meclisi kararıyla canına kıyıldığı, savaşta askerlerin vatan uğruna seve seve ölüme gittiği, verilen sözden dönmemek uğruna zararlara uğranıldığı……………değerler.
Fark edildiği gibi bunlardan bazıları yöresellik /kültür içeriyor, bazıları içermiyor.İnsanlar iki tür değerler kümesiyle kendilerini var ederler: . Yerel değerler. Evrensel değerlerYerel değerler kültür içerir. Ülkeden ülkeye, yöreden yöreye hatta semtten semte bile değişebilir. (İstanbul –Urfa; Nışantaşı-Ümraniye gibi) Güneydoğumuzda tecavüze uğrayan masum bir kız, kirlendi diye öldürülüyor. İşte bu “namus temizleme” yerel bir değerdir. Oysa evrensel değerler kültürden arınmış Afrika’da neyse İskandinav ülkelerinde de “o” olan değerlerdir. Hakkaniyet gibi, birin değeri gibi…Değerler tüm yaşamımızı, ilişkilerimizi doğrudan etkilemesine karşın acaba kaç kişi benim değerlerim neler? Bu değerler benim düşüne taşına benimsediğim değerlerim mi yoksa bunlar bana anababamdan miras mı kaldı, diye düşünmüştür.Birçok yuva eşlerin farklı değerlere sahip olmasından dolayı yıkılıyor, birçok evde çocuklar anababalarından kopup yuvayı, bir çok öğrenci okulunu terk ediyor.
İşte bu nedenle değerler üzerinde düşünmek gerek. Sorsam, en önemli değeriniz nedir diye, hemen yanıtlayabilir misiniz? Eğer şimdiye kadar bu konu üzerinde düşünmedi iseniz şimdi düşünmeye başlayabilirsiniz. Sizlere bir değerler listesi sunacağım. Sizler de kendi değerlerinizden ek yapıp listeyi zenginleştirebilirsiniz. Sonra bu değerlerden hangilerinin yaşamınız için vazgeçilmez olduğunu bulabilmeniz için bir sıralama yapabilirsiniz. Bu çalışma kendinizle ilgili farkındalık yaşamanızı sağlayacaktır.İşlem şu: Listenizdeki değerleri en önemliden en önemsize doğru sıralamanız gerekiyor. Diyelim ki benim verdiğim 18 değerin üstüne siz de 4 değer eklediniz. O zaman sizin için en vaz geçilmez olanın yanındaki parantezin içine (1) en az önemi olanın yanına ise (22) demelisiniz. Bu işlemi ciddi olarak ele alacak olanların en az yarım saatlerini ayırmaları gerekiyor. Çünkü çok silip yeniden sıralayacaksınız. Ama sonuçta kendinizle ilgili bir bilgi elde etmiş olacaksınız. Her hangi bir olay, durum karşısında niye öyle değil de böyle davrandığınızla ilgili bilinç düzeyiniz gelişecek. Hatırlayalım: Paradigmalarımıza göre algılıyor; algılamamıza göre davranıyor;davranışımıza göre bir sonuç elde ediyorduk. Burada da değerler paradigmalarından söz ediyoruz.

Değerler:1- Doğruluk ( ) 2- Eşitlik ( ) 3- Aile güvenliği ( ) 4- Şöhret ( ) 5- Özgürlük ( ) 6- Mutluluk ( ) 7- Kendiyle barışık olmak ( ) 8 -Aşk, sevgi ( ) 9- Estetik, güzellik ( ) 10- Öz saygı ( ) 11- Başarı ( ) 12- Dostluk ( ) 13- Bilgi ( ) 14- Bilgelik ( ) 15- Barış ( ) 16- Güç ( ) 17- Rahat bir yaşam ( ) 18- Sosyal saygınlık ( )

Bu çalışmayı eşinizle/arkadaşlarınızla birlikte de yapabilirsiniz. Önceliklerinizin farklı olması muhtemeldir ve bu doğaldır. Bu farklılıkların doğal olduğunu bilir ve “Sen benim değerlerimle yaşayacaksın” demez isek ne evlilikler ne de anababa-çocuk ilişkileri yara alır. Birbirlerini seven bir genç kız ve bir delikanlı düşünün. Farklı evlerde, farklı kültürlerde ve doğaldır ki farklı değerlerle büyüyüp olgunlaşmışlar. Bu iki insan evlenip bir araya geliyor. Diyelim ki kadının paraya/rahat bir yaşama, erkeğin de bilgi ya da mutluluğa verdiği önem üst sıralarda olsun. Eğer gençler bu değerlerinin bilinç düzeyinde farkında değillerse bu evde çatışma kaçınılmazdır. Kadın eşini, ikinci bir işe girip para kazanacağı yerde boş zamanını kitap okuyarak geçirmekle, tembellikle suçlayacak; koca da sevgili eşini mala mülke verdiği önemden dolayı küçümseyecektir.. Eğer bu değerlerinin bilinç düzeyinde farkında iseler ve etkili iletişim becerilerini de biliyorlarsa, değerler çarpıştığında Etkin Dinleme ile eşinin duygu ve düşüncelerini anlama, Ben Dili ile de kendi değerlerini aktarma şansına sahip olabilir ve değerler çarpışmalarının çatışmaya dönmesine engel olabilirler.
Anadolu kökenli bir erkek arkadaşımla konuşuyorduk. Konu akraba ilişkilerine geldi. O, “Eğer bacanağım evde değilse, baldızım yalnızsa eve girmem geri dönerim” demişti. Ben de “Eğer görümcem evde değilse ben eve girmeyip geri dönmeyi kendime ve damada karşı saygısızlık , hakaret olarak görürüm. Birbirimize karşı art düşünceli değiliz ki yalnızken de görüşmeyelim” demiştim. Bu durumda onun benimle ilgili değerlendirmesinin ne olduğunu bilmiyorum ama ben bunun tam da bir yerel değer farklılığı olduğunun farkında idim ve o kişi ile ilgili bir değer yitimi benim gözümde olmadı. Çünkü evrensel değerlerde ortak olduğumuzu ve dostluğumuzu yürütmek için önemli olanın bu olduğunu biliyordum.
Eşler arasında da yerel değerlerde farklılık olabilir. Bu normaldir. Dediğim gibi önemli olan benimki daha doğru, daha geçerli demeden bu farklılığı kabul etmektir. Farklılık, farklı olmak kötü , yanlış, çirkin olmak demek değildir. Farklılık yalnızca farklılıktır. Bazen de zenginlik. Yeter ki eşler evrensel değerlerde birleşsinler.
Evrensel Değerler.Koşulsuz sevgi - Hakkaniyet - Birin Değeri - Denge - Bilinçli ÇalışmaKişisel Bütünlük - Sabır - Onura Saygı - Üstün Kalite - Gelişme ve Geliştirme



*Koşulsuz sevgi. Koşulsuz sevgi her canlının en doğal hakkıdır. Özellikle çocuklar koşulsuz sevgiye doymalı. “Eğer uslu olursan seni severim, yaramazlık yaparsan sevmem” demek çok büyük bir vicdansızlıktır. Koşulsuz sevgi çocuğa kendini var ve değerli hissettirir.

*Hakkaniyet. Hukukun sağladığı adaletten farklı bir şey bana göre. Hukuksal akrabalarımın bir miras durumu vardı. Baba ölmüştü. Miras kalan bahçeli bir ev inşaat yapımı için müteahhite verilecek ve yasal olarak anne ve üç kardeş arasında pay edilecekti. Aslında dört kardeş vardı. Bu bahçeli ev devlet tarafından göçmen geldiklerinde onlara eşit paydaşlar olarak hepsine birden verilmiş ve küçük kardeş henüz doğmadığı için evde payı olamamıştı. Doğal olarak mirasta da ancak babasından gelen minik bir paya sahipti. Ben bunun hukuka uygun olduğunu ama hakkaniyete uymadığını söyleyerek annenin kaybından sonra ona düşen daireden üç kardeşin pay almamasını, bunun küçük kardeşe kalmasını önermiştim ve zamanı gelince öyle de olmuştu.Hakkaniyet, hakkı olanın hakkını size zararı olacak olsa bile sahibine vermektir. Kişi orada olmasa da hakkını korumaktır. Biri sevdiğiniz, diğeri sevmediğiniz iki kişinin tartışmasını izlerken haksız ise sevdiğinizden yana çıkmamaktır…. vb.

*Birin değeri. Ailede birinin canı yanıyorsa, biri mutsuz ise onun rahatsızlığı herkesi sarar. Duyguları işlerken sormuştum: “Ben üzüldüğümde bir kg. üzülüyorum da çocuğum üzüldüğünde bir gr. mı üzülüyor” diye. İşte bunun için birin, bir canın değerini asla göz ardı etmemeliyiz. Hep verilen bir örnek vardır: Çok kalın halkalardan oluşmuş bir zincirin bir tek ince halkası varsa, o zincirin gücü zayıf halkanın gücü kadardır. Diğerlerinin bükülmez, kırılmaz güçte olmasının hiçbir değeri yoktur. Evde çocuk mutsuz ise, kendini değerli hissetmiyor ise babanın gücünün hiçbir önemi yoktur. Çünkü çocuğun mutsuzluğu dönüp dolaşıp babayı etkileyecektir. Birin değerini bilmek gerçekten çok önemli bir değerdir. Bazen şöyle düşündüğünüz olur mu? “ Ben tek kişiyim, benim bu işi yapmamla ne değişir ki, her kes farklı düşünüp yaparken?” Çok şey değişir. Ben tek kişi olarak Gordon’un öğretisini Türkiye’ye getirip sohbetler, seminerler, grup çalışmaları ile ödülsüz- cezasız da çocuk yetiştirilebileceğini ve bunun zaten böyle olması gerektiğini anlatmaya başladığımda, psikolojinin büyükleri bırakın ödülü, çocuk eğitiminde cezayı öneriyorlardı. Şimdi artık cezadan kimse söz etmiyor, ödül bile tartışılır hale geldi. Kitaplar psikiyatri kliniklerinde anababalara öneriliyor, öğretmen adaylarına ders kitabı oluyor. Bu konuda tevazu göstermiyorum. (Bacon ne demiş? Fazla tevazu göstermeyin gerçek sanırlar.) Bazen grup çalışmalarında anababalar “Biz böyle çocuklar yetiştireceğiz ama okula gittiklerinde ne olacak?” diye kaygılarını dile getirdiklerinde birin değerini yani kendi değerlerini küçümseyip inkâr etmemelerini söylerim. Bu yazı dizisinin sonunda bu yöntemle yetişmiş bir çocuğun ilk okuldaki öğretmenine ve yönetime olan etkisini gösteren bir yaşantıyı (daha başkalarını da) sizlerle paylaşacağım. Büşra Karaca da bir “Bir” dir. Ve o “Bir” Anne Notları’nı kurarak binlerce anneyi etkileme şansına sahip oldu. Daha doğrusu anneler bu şansa sahip oldular. O nedenle yapabileceklerimizi küçümsemeden işe atılalım ve yavrumuzun da bir “Bir” olduğunu hiçbir zaman unutmayalım.Birin değeri güzel yurdumuzda herkes tarafından benimsendiğinde “namus temizleme” cinayetleri ortadan kalkacak. Şimdilik çok hayal gibi görünse de gelecekte olacağına inanıyorum. Çünkü bizler evrensel değerlere sahip çocuklar yetiştiriyoruz.*Denge: Sn. Cüceloğlu’nun çok güzel bir denge üçlüsü vardır. Der ki “ Kafa, gönül ve cep dengede olmalı” Bu ne demek? Bazı insanlar vardır yalnız okuma-yazma ile yaşamlarını sürdürürler, para kazanmak onlar için bir amaç değildir. Soyut değerleri öndedir ama yaşamları sefalete yakın bir yoksulluk içinde olabilir. Bazıları da yalnızca sevgi insanıdır. Yaşamın gerçeklerinden uzak bir duygusallık içindedirler. Bazıları ise işten, para kazanmaktan başka bir şey düşünmez, aileleri, özellikle de çocukları için hiçbir zaman “zamanları” yoktur. Evlâtları onunla olmak istediklerinde “Sizin için çalışıyorum, daha ne yapayım?” diye yakınırlar. Çocukları onların gözü önünde ama onlar tarafından “görülemeden” büyür giderler. Böyle anababalara ne kadar yazık. Tabii çocuklara da. Gerçekten her şeyde denge çok önemli. Ata sözlerimiz bile vardır “Her şeyin azı zarar, çoğu zarar, ortası karar” diye.

*Bilinçli çalışma: Klâsik Türk kadını/annesi ve sınav öncesi öğrencilerinde olmadığını düşündüğüm bir değer. Yıllar önce bir hastanenin fizik tedavi bölümünde muayene olmak için sıra bekliyordum. Yanımda iki büklüm olmuş bir bayan ile onun yanında yabancı olduğu konuşmasından belli olan başka bir bayan vardı. Yabancı yanımdakine sordu “ Bu hale gelene kadar niye bekledin?” Diğeri “Zaman mı vardı ki? Ev işleri, eşe hizmet, çocuklar büyüsün derken gelemedim” . Yabancı “ Kendini feda etmekle iyi yaptığını zannediyorsun değil mi? Artık ömür boyu onların başına dert olacaksın “ dedi. Evet bilinçsizce koşullandırıldığımız gibi davranıyoruz. Oysa çalışırken yaptığım işte amacım ne? Kendime yarar mı zarar mı getirir? Dengeyi nasıl sağlamalıyım? Nasıl çalışırsam daha az yorulur daha çok verim alabilirim? Gibi soruların yanıtlarını düşünüp plan yapmalıyız. Bu yalnız kendimiz için değil, birlikte yaşadığımız sevdiklerimizin de yararına olacaktır. Öğrenciler için de bilinçli çalışma çok önemli, aynı sorular ders çalışırken de geçerli.

*Kişisel bütünlük. Bir insana “insan” diyebilmek için kişisel bütünlüğü var mı yok mu diye bakmak yeter. Kişisel bütünlük nedir? İnsanın düşündüğü ile söylediğinin; söylediği ile yaptığının bir olması demektir. Çocuk yetiştirirken anababanın kişisel bütünlüğe sahip olması çok önemli. Çünkü çocuklar çok dikkatlidir ve kişisel bütünlüğü olmayan anne ya da babasını hemen yakalar, yüzüne vurur ve artık ona saygı duymaz olur. Bu da çocuk eğitiminde anababanın etkisinin yok olması demektir. Bir anne kızına “Aman Ayşe’ciğim ne çok alış veriş yaptık. Babana hepsini bu gün göstermeyelim, çok kızar. Bazılarını önümüzdeki hafta gösterip şimdi aldık deriz” derse, kızına “Yalan söylemek çok kötü bir şeydir ” deme hakkını kaybetmiş olur. Bu cümleyi söylerse de kişisel bütünlüğü olmamış olur. Aynı biçimde sigara içen bir babanın da evlâdına sigaranın zararları ile ilgili nutuk çekmesi kişisel bütünlüğe ters düşer.

*Sabır. Çok önemli bir değer. Ama bu sabırdan “Lâ havle” sabrını anlamamalıyız. Kendi ihtiyaçlarımızı yok sayarak başkalarının yaptığı her şeyi hoş görüp kabul etme sabrı değildir bu sabır. Bu sabır, bizi rahatsız eden bir davranış karşısında duygularımızın itkisiyle davranmadan önce, ne tür bir iletişim kurmalıyım diye düşünecek kadar bir süre tepki vermemeyi sağlayacak sabırdır. Ne yapmalıyım? Etkin Dinleme mi, Ben Dili mi yoksa Çatışma Çözme mi kullanmalıyım? Bu yaşadığımız bir ihtiyaç çatışması mıdır, yoksa bir değer çarpışması mı yaşıyoruz? Sorularının yanıtını bulana kadar tepki vermeden bekleme sabrıdır. Eğer sabır evrensel bir değer olarak yaşamımıza girse, çoğu çatışma başlamadan biter zaten.

*Onura saygı. Ne kadar kıymetli bir değer. Çocuklara karşı yapılan en büyük haksızlıklardan biri de onlara onurları yokmuş gibi davranılmasıdır. Yolda önündeki taşı görmediği için tökezleyen küçük bir çocuğa annesinin kızıp dikkatsizliği yüzünden tokatladığına çook tanık olmuşumdur. Oysa önündeki taşı görmediği için kocasının yol ortasında onu tokatlamasıyla, onun çocuğunu yol ortasında tokatlaması arasında onur zedelenmesi açısından hiçbir fark yoktur.Çocukların “ben” deme yaşlarında onurlarına özellikle saygı göstermemiz gerekiyor. Onuru zedelenmiş çocuk/genç, bu olumsuz duyguyu kendine yaşatan büyüğünden uzaklaşır ve ödeşme zamanını bekler.Onuru korunmuş çocuk/genç kendini o ilişki içinde var ve değerli hisseder.

*Üstün kalite. Yapılan her işte ve uğraşta yapabileceğimizin en iyisini yapmayı bir değer olarak içselleştirdiğimizi bir düşünün. Nasıl bir çevre yaratırız? Daima ileriye giden bir toplum…

*Gelişme ve geliştirme. Bu gün dünden daha iyi miyim, sorusu bizi bu değere götürür. Hem kendimiz, hem eşimiz, hem çocuklarımızın gelişimi için elimizden geleni yapmalıyız. Ben bir erkeğin eşini sevip sevmediğini, değer verip vermediğini bu değere sahip olup olmadığı ile ölçerim. Eğer gelişmeyi yalnız kendi hakkı olarak görüyorsa sevgisinden şüphe etmek gerek. Sevgi emektir, fedakârlıktır, çalışmadır, destektir.Evet sevgili anneler, babalar, aile içinde önemli olan yerel değerlerde örtüşmek değil (keşke o da olsa) evrensel değerlerde örtüşmektir.

Yavrunuzu eğitirken yerel değerler üzerinde fazla durmadan, hele hele sizin değerlerinizi alması için dayatmadan, kendi değerlerini oluşturmasına rehberlik etmek de bir değer olmalı aslında.Değerler çocuklara nasıl öğretilir?Yerel değerlerden çok evrensel değerler önemli diyorum ancak, hangi anababa kendi ailesinden aldığı değerlerini çocuğuna geçirmek istemez ki? Bunun okul öncesi eğitim kurumlarında uygulanan profesyonel yolları var. Evde değerleri çocuklarımıza geçirmenin en kolay yolu ise “öğretmeye” çalışmadan o değere model oluşturmaktır. Yalnız model oluşturmak yetmez, eğer çocuğumuzla iletişimimiz iyi değilse bizi örnek almayacaktır. Ya da tersi iletişimimiz iyi ise, onun gözünde sevgi, saygı, bilgi otoritesi isek olumsuz yanlarımızı bile örnek alacaktır.

Çalıştığım bir yatılı okulda müthiş bir öğretmen vardı: Her konuda bilgili, çok yetenekli, başarılı, çalışkan, tiyatro, müzik, edebiyat, fen, elektronik… aklınıza hangi konu gelirse o konuda yetkin diyebileceğim bir öğretmen. Yani çocukların gözünde kazanılmış otorite sahibi bir öğretmen. Bir özelliği vardı: Giyimine kuşamına pek önem vermezdi.Okulun açıldığı ilk gün bir öğrenci dikkatimi çekmişti. Pırıl pırıl bir delikanlı. Giydiği forma olsa da üzerinde taşıması diğerlerinden farklı gelmişti bana. Yıl sonuna doğru özellikle İstanbul’a ilk kez gelen öğrencileri de düşünerek çocukları operaya götürecektim. Bahçede toplanmıştık. Öğrencilerin çoğu kendi olanakları elverdiğince temiz pak, derli toplu giyinmişlerdi. Ama öğretim yılı başında temiz giyimi ile dikkatimi çeken delikanlı kravatı gevşek, mintanının bir ucu kemerinden dışarı çıkmış bir vaziyette, ceketsiz yanıma geldi. “Ne o, sen gelmiyor musun?” dedim. “Geliyorum” dedi. Ağzımdan kaçırdım: “Ama giyinmemişsin” O da “Giyiniğim ya… Hem giyinmek süslenmek için değil, örtünmek içindir” dedi. Ben “Bu birinin sözüne benziyor” dedim, “Evet öyle ” dedi gülerek. İkimiz de kimden söz ettiğimizi biliyorduk.

İşte böyle sevgili anne ve babalar, eğer değerlerinizi çocuklarınıza geçirmek istiyorsanız önce onların gözünde kazanılmış bir otoriteye sahip olmanız gerekiyor. Ondan sonrası çok kolay: Değerlerinize model olmak. Ve sorunsuz zamanda vermek istediğiniz değerler konusunda sohbetler etmekYazının başında değerlerinizi önemliden önemsize doğru sıralayabilmeniz için bir liste vermiştim. Eşinizle ya da arkadaşlarınızla birlikte aşağıdaki uygulamayı yapabilirseniz değerlerin yaşamınızdaki yerini çok şiddetli olarak hissedebilirsiniz.

Uygulama:En önemli beş değerinizin her birini küçük birer not kağıdına yazın. Sonra bu beş değeri birinci sıradaki en önemliyi en altta , beşinci sıradaki değeri en üste gelecek biçimde üst üste koyun. Sonra üstteki beşinci değerinizin ne olduğuna bakın, gözlerinizi kapatın ve bu değere sahip olmanızın sizi nasıl bir insan yaptığını düşünün. Derinden hissetmeye çalışın. Sonra her hangi bir nedenden dolayı (doğal afet, sosyal bir olay vb.) bu değer sizin elinizden vazgeçmek istemediğiniz halde alınıyor. O değerin yazılı olduğu kağıdı ayaklarınızın dibine, yere atın. Siz artık o değeriniz olmadan yaşam süreceksiniz. Bunu hissetmeye çalışın. Onun yokluğu ile nasıl bir insan olursunuz? Hissetmeye çalışın. Sonra dördüncü, üçüncü, ikinci ve birinci değeriniz için de aynı işlemi yineleyin. Ne hissettiğinize odaklanın.Eğer değerlerinizi sıralarken yeteri kadar zaman ayırmak konusunda titiz davranmışsanız hissettiğiniz duyguların “yok olmuşluk, hiçlik, insan olmaktan çıkmak “ gibi var olma sorunu haline geldiğini görebilirsiniz. Belki de gruplarda olduğu gibi göz yaşlarınız duygularınıza eşlik bile edebilir. Buradan şu noktaya gelmek istiyorum: Değerlerimiz bizi var eden ilkelerimizdir ve değerlerimizden vazgeçmek istemeyiz, direnir, savaş veririz. (Hatta sembolik bile olsa değerini grupta yere atmamakta direnenler bile olur.)Şimdilik elde edilen bilgi: Benim değerlerim nasıl benim için vazgeçilmez ise, eşimin, çocuğumun, başkalarının değerleri de onlar için vazgeçilmezdir. Vaz geçirmeye çalıştığımızda dirençle karşılaşacağımızı bilmeliyiz.Gruplarda derim ki “Bakın ben hiçbir değerimi yere atmadım. İster misiniz size birer değerimi vereyim ve siz onunla kendinizi var edip diğer değerlerinizi yavaş yavaş edinmeye çalışın” Zor da gelsen hiç yoktan iyidir deyip kabul ederler… Çünkü çaresizdirler ve bir biçimde var olmak istemektedirler.Bu noktada elde edilen bilgi: İnsanlar kendilerini var etmek için başkalarının değerlerini bile alabilirler.Eğer bir delikanlı evinde özellikle babasının değerlerini yok sayması sonucunda kendini önemsenmemiş, değersiz ve yok hissediyorsa, kendisini değerli ve var hissettiren kişilerin yanına gidip onların ortamlarına girip onların değerlerini kolaylıkla alabilir. İnsanlar kendilerini bir ilişki içinde ne zaman var hissederler? Duygu, düşünce ve değerlerinin kabul gördüğü zaman. Çocuklar ve gençler de böyledir. Kim onların değerlerine saygı gösterirse, onlar da onların değerlerine saygı gösterip benimserler. Çevremize, okuduğumuz haberlere bakalım, hangi çocuklar o ya da bu örgüte kapılıp yaşamlarını karartıyorlar? Evinde kabul gören mutlu bir evlât var olmayı evinin dışında aramaz. Çeşitli örgütlere, cemaatlere katılan bu yavruların hepsinin yuvasında mutsuz olduğu bir gerçektir ve ait olmak, kendilerini var etmek için uğraşmaktadırlar.Devam edelim: Son olarak grup üyelerine “ İsterseniz benim değerimi yere atın ve kendi değerlerinizden yalnızca birini seçin ve onu alın” derim. Aldıkları değer genellikle birinci sıradaki, yani en önemli değerleri olmaz. Sıra değişir. Çünkü değerler sıralanırken düşünce boyutunda sıralanır, ama yalnızca bir tane alacaksınız dediğimde, duygusal boyutta seçilir. Heyecanla. Şimdi elde edilen bilgi: Sorunsuz zamanda değerlere sahip çıkmak kolaydır. Ancak zor zamanlarda değerler yer değiştirebilir. İşte bu nedenle insanları kolaylıkla yargılamamalıyız. Her insanı kendi koşulları içinde değerlendirmek gerek, kendi koşullarımıza göre değil. Aslında kimin kimi değerlendirme hakkı olabilir ki?

Evet sevgili anne ve babalar değerlerle ilgili bu genel bölümü şu cümleyi yineleyerek bitirelim: Benim değerim nasıl ki benim için vazgeçilmez ise, başkalarının değerleri de onlar için vazgeçilmezdir. Değerlere saygılı olalım. Bu saygının tek koşulu olmalı. Benim değerim/değerlerim başkalarına; başkalarının değeri/değerleri bana zarar vermediği sürece…Şimdi biraz daha somut olaylar üzerinde ilerleyelim.Aile içinde çoğu çatışma değerler konusundadır ama biz onları sanki ihtiyaç çatışmasıymış gibi ele alır ve haklı haksız tartışmaları ile çözmeye çalışırız. Tabii ki çözemeyiz. Evde bir çatışma olduğunda önce bu çatışmanın değer çarpışması mı yoksa ihtiyaç çatışması mı olduğuna bakmalıyız. Bunu nasıl ayırt ederiz? Eğer eşimizin, çocuğumuzun yaptığı ya da yapmadığı bende somut bir etki yaratıyorsa bu ihtiyaç çatışmasıdır. Yemeği hazır ettiğim halde kimsenin masaya gelmemesi, yemeklerin soğuması bir sorundur ve bu ihtiyaç çatışmasıdır. Böyle sorunlar altı basamaklı Çatışma Çözme ile çözülebilecek sorunlardır. Yok eğer üzerimde somut bir etkisi olmadığı halde rahatsızsam, yani “kanıma dokunuyorsa” burada bir değer çarpışması var demektir. Oğlumun mor renkli pantolon giymesi benim üzerimde somut bir etki yapmaz. İşimi, sporumu yapmama engel değildir, arkadaşlarımla buluşmama ya da tiyatroya gitmeme mani değildir. Özetle somut olarak elle tutulur bir neden gösteremem mor pantolonun beni neden rahatsız ettiğine. Ama bu durum benim estetik değerlerime uygun değil. Bu benim sorunumdur. Böyle konularda çocukların üstüne gitmek hiçbir işe yaramadığı gibi çocuğumuz üzerinde etkimizin iyice azalmasına neden olur.

Değer kazandırmak ve değer çarpışmalarının çözümü uzun vadeli bir çalışmayı gerektirir, bunun için:1- Değerlerimize model olmalıyız
.2- Değerimiz konusunda danışmanlık yapabilmeliyiz.
a) Önce çocuğumuz tarafından işe alınmalıyız.

b) Konu ile ilgili hazırlık yapmalıyız

c) Bilgi ve düşüncemizi bir kez paylaşmalıyız.

d) Sorumluluğu çocukta bırakmalıyız.

3- Gerektiğinde kendimizi değiştirebilmeliyiz.

4- Başarılı olamamışsak huzur duası edebiliriz!!!!

Maddeleri ele alalım:
1- Değerlerimize model olmalıyız.Çocuklar babalarının bu davranışından ne öğreniyor? Küçükler küçükleri dövemez, büyükler küçükleri dövebilir!

2- Çocuğum ön ergenlik çağına girdiğinde onunla kız-erkek arkadaşlığı konusunda konuşmak ve bu konuda değer oluşturmasına rehberlik etmek istemiştim. Uygun zaman kolladım olmadı ben de bir gün odasına girip ona bu isteğimi ve zamanına kendisinin karar vermesini söyledim. Gordon öğretisini henüz bilmiyordum ama ona olan saygımdan kararı kendisinin vermesini istemiştim. Yani Gordon’un deyimiyle,
a) kızlar konusunda beni işe almasını önerdim ve beklemeye başladım. Günler, haftalar, aylar geçti ve oğlum beni işe almadı. Yapacak bir şey yoktu. Bir gün odamda uzanmış okuyordum, kocaman boyuyla yatağıma zıplayıp yanıma uzanarak “Haydi seni kiraladım, şu kızlardan konuşalım” dedi. Tıpkı Gordon’un dili ile konuştuğunu yıllar sonra fark ettim. Çocuklar demek ki “işe almadan” büyüklerinden nasihatler dinlemek istemiyorlar. Neyse, çocuğumla nadir olan sohbetlerimizin en unutulmazıydı benim için. Ben anlatmaya doyamadım, o sormaya. Konuşmamın olumlu izlerini çocuğumda defalarca görmüşümdür. Çünkü konuşma zamanını kendi seçmişti ve bu nedenle de almaya çok açıktı. Eğitim sorunsuz zamanda gerçekleşiyordu. Tıpkı Gordon’un dediği gibi.
b) Konu ile ilgili zaten hazırlıklı idim.
c) Bu konuşmadan sonra aynı konuya bir daha dönmedim. Eğer konuşmamızın ertesi günü okuldan geldiğinde “Annecim, nasıl kızlarla ilgili bir gelişme var mı?” gibi sorularla çocuğumun özel yaşantısına girmeye çalışsam ve konuşmamın sonucunu görmek için tekrarlar yapsam her halde oğlum “Amaan anne konuştuğumuza bin pişman ettin beni” der miydi, demez miydi. En etkili danışmanlık bir kez yapılan danışmanlıktır.
d) Benden aldığı bilgileri nasıl kullanacağı ona kalmış bir şeydi ve öyle kaldı.

3- Gerektiğinde kendimizi değiştirebilmeliyiz.Oğlum okula giderken her sabah ona sandöviç hazırlardım. Lise birinci sınıfın ikinci günü sabah bana sandöviç hazırlamamamı, o hafta okul lokantasından yiyeceğini söyledi. “Yalnız bir hafta mı yiyeceksin?” dedim. “ Evet ……. Yemek Fabrikası bu hafta bedava yemek veriyor, isteyenler önümüzdeki pazartesi ismini yazdıracak” dedi. Ben “Yemekleri beğenirsen sen de yazılacak mısın?” dedim, “Hayır, yine evden götüreceğim” dedi. Ben “ Bak burada ne kadar farklıyız seninle. Ben bu haftadan sonra yemeyeceğimden eminsem şimdi de yemem, ama sen yemekte bir sakınca görmüyorsun” dedim. “Evet, onların yemeklerini çalmıyorum ki, hatta kendileri beni kandırmak için veriyor, niye yemeyeyim ki?” dedi. Düşündüm oğlum haklı idi. Ben onu dinlemekle kendimi değiştirmiş ve onun davranışını yanlış görmemeyi öğrenmiştim. Oğlum da her ne kadar ona göre modası geçmiş bir değere sahip olsa da, değerleriyle yaşayan bir anne modeli görmüş oldu. Bu farklılığımızı kabulüm ve dile getirmemin de olumlu etkilerini zaman zaman “Anne bak bu konuda da farklı düşünüyoruz” deyişlerinden anlamışımdır.Evet farklı olmak kötü değildir, zenginliktir. Çocuklarımızı dinlersek belki işimize daha çok yarayacak pratik değerlere de sahip oluruz, ne dersiniz?

4- Bazen en ideal anababalar bile çocukları üzerinde istedikleri etkiyi yapamayabilirler. Unutmayalım ki çocuklar mizaçları ile dünyaya gelirler. Biz elimizden geleni yapalım ve gerisini oluruna bırakalım. Eğer istediğimiz sonucu alamamışsak bir Hint duası edebiliriz:Tanrım bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret,Değiştiremeyeceklerimi kabul için sükunet,İkisini birbirinden ayırt etmek için de akıl ver.Her ilişkide sorunlar olması kaçınılmazdır. Önemli olan o sorunların nasıl çözüldüğüdür. Önümüzdeki yazıda ihtiyaç çatışmalarının Kazan-Kazan Çatışma Çözme ile nasıl çözülebileceğini ele alacağız.

Değer çarpışmalarını çatışma haline döndürmeden ele alabilmeniz dileğimle..

15 Ekim 2010 Cuma

DOĞAL DOĞUM -2

Kaldığımız yerden devam edelim..



SSK hastanesinde çalıştığım yıllarda okadar çok gebe vardı ki, biz özelliği olmayan gebeleri bir an önce doğurtup, göndermezsek riskli gebelere zaman ayıramıyorduk. O yüzden de doğru olmadığına inansak dahi doğumu hızlandırıcı ilaçlara sıklıkla baş vuruyor, doğumhanede bebeğin bir an önce doğması için gereken manevraları uyguluyorduk. Açıkçası düşündüğümüz tek şey anne ve bebeğin sağ salim bir an önce elimizden çıkmasıydı. Anneye psikolojik destek vermek, doğum sonrası bebeği hemen anne ile buluşturmak gibi olması gereken şeyler bizim için çok lükstü. Öyle olmak zorundaydı. Çünkü siz sağlıklı bir doğumla çok oyalanırsanız, öbür yatakta yatan suyu bitmiş yada gelişme gerilikli diğer hastanız bebeğini kaybedebilirdi .Günde 40 doğum ve yine başka bir gün 18 sezaryen yaptırdığımı bilirim. Bir sancı yatağında 3 hastanın yattığı günler oluyordu.Şimdi lerde SSKlı hastaların devlet, üniversite hast. ne ve özellere gidebilmesi ile o eski yoğunluk yokmuş. Ama yine de kısıtlı imkanlar, istemesek de, üzülsek de, biz hekimleri bazı uygulamalara mecbur bırakıyor.

Özel sektöre geçince işin boyutu değişti. Çalıştığım hastane İzmir'deki bence en iyi hastane( kendi hastanem diye söylemiyorum..).Bir kere belli prensipleri olan bir vakıf hastanesi. Hiçkimse daha çok para için sizi inanmadığınız bir şeye zorlamıyor. Kürtaj yapmamak, gereksiz hiçbir tetkik ve tedaviyi uygulamamak gibi..İkincisi yoğun bakımları, ameliyathaneleri, kanbankası, küvezleri, 24 saat anestezi ve çocuk hekiminin bulunması, tüm branşlardaki hekim kadrosu ile güvenli bir çalışma ortamı. Ama gündüz yaklaşık 1000 personelin çalıştığı bu hastande gece sadece acil vakalara müdahale edeck kadar ekip kalıyor doğal olarak. Biz de dahil olmak üzere branş hekimleri gece acillere evden geliyor. Bütün özel hastanelerde durum bu.
Gece doğumu başlayan bir hastam olduğunda, hasta doğum yapana kadar huzursuz oluyorum Allah'aşükür bugüne kadar hiç ciddi sıkıntımız olmadı, ama gece ters bir durum olduğunda sırtımızdan ter akıyor.Hele hastamda doğumu zorlaştıracak iri bebek, çatı darlığı gibi bir sıkıntı varsa doğum geceye kalsın hiç istemiyorum. Hastalar, gece evden gelmek zor geldiği için doğumları gündüze planlamak istediğimiz düşünebilirler, ama işin aslı öyle değil. Gidip doğuma kadar başında beklesen, sancı evresi 18-20 saati bulabiliyor. Hemen her gece doğum olduğuna göre hiç eve gitmemek lazım. Bu durumda özellikle riskli hastalarda doğum zamanın planlayabilmek ve sancı evresini kısaltmak için çoğu kez suni sancı kullanıyoruz. Suni sancı takılınca hasta doğal olarak yatağa bağlı kalıyor. Elbette fiziki şartlarımız çok iyi. Hasta tek kişilik odasında yanında refakatçisi ile kalabiliyor. Epidural anesteziden yararlanabiliyor. Ama yine de herşey ideal değil. Sonra özel hastanede hastanın riski birebir sizin omuzunuzda. Ters bir durum olduğunda hasta, "doktorum bana tüm riskleri anlatmıştı, ben sezaryeni kabul etmedim, normal doğumda israr ettim" demiyor. Soluğu önce başhekimlikte, sonra avukatında alıyor. Her ne kadar Allah'a şükür ne vicdanen, ne kanunen verilemeyecek hesabımız yok ama, insanın canı sıkılıyor. İri bir bebek, hastaya anlatmışsın, "bebek sakatlanabilir, anne çok zorlanabilir" demişsin, ama hastanın kafasında hep biz doktorların kendi çıkarımız için sezaryen önerdiğimiz ön yargısı var ya.. kabul etmemiş. "Tüm riskleri kabul ediyorum" diye basmış imzayı..Sonra doğumda bebeğim omzu takılmış, köprücük kemiği kırılmış, annenin doğum dikişi 1 saat sürmüş, doğuma yardım eden ebe bel fıtığı olmuş, doktorun ömründen ömür gitmiş...Hasta "Allah razı olsun doktor hanım, çok yoruldun ama normal doğutmayı başardın" demiyor tabi. Önce başhekimliğe şikayet. Sanki başhekim bizi tanımıyor da hastanın şikayetine göre hüküm verecek.. Sonra doktordan üç kuruş kurtarırmıyım hesapları başlıyor. Bir yığın can sıkıntısı. Velhasıl, özel hastanede gebe takip ediyorsanız, fazla risk almak istemiyorsunuz, bu da doğal olarak sezaryen oranınızı arttırıyor.
Sonuç olarak , bazen gerekli, bazen kaçınılmaz ama bazen de gereksiz yere doğal doğumdan uzaklaşıyoruz.

8 Ekim 2010 Cuma

DOĞAL DOĞUM NE KADAR MÜMÜKÜN ??

İhtisasımı yaptığım eski adıyla Tepecik SSK Doğumevinde ( yılda10.000 normal doğumun gerçekleştiği bir merkezdi o zamanlar) gözlemlediğim ve gerçekleştirdiğim yüzlerce doğumdan sonra bütün kalbimle inanarak söyleyebilir ki, herşey yolundaysa kadın bedeni ( tüm memeli canlılar gibi ) normal doğumu tek başına gerçekleştirebilecek şekilde yaratılmıştır ve normal doğum mucizevi güzellikte bir olaydır.Peki biz sağlıkçılar bu sürecin neresinde durmalıyız? olması gereken nedir ? şu anki durum nedir?

Benimsediğimiz ilkeler 50 li yıllarda dr Lamaze tarafından tanımlanan Lamaze felsefesi ile örtüşmektedir.


DOĞUMDA LAMAZE FELSEFESİ
Doğum normal, doğal ve sağlıklıdır.
Doğum tecrübesi anneyi ve ailesini derinden etkiler.
Kadının doğal dürtüleri doğumu yönlendirir.
Kadının doğumda kendine güveni ve başarısı sorumluluğu alan profesyoneller ve doğum yapılan yere bağlı olarak artabilir veya azalabilir.
Kadınların doğumda rütin müdahalelere gerek kalmadan doğal doğum hakkıdır.
Doğum doğal ve güvenilir bir eylemdir.
Kadınlar doğum eğitimi sayesinde sağlıkları ile ilgili kararlarda bilinçli tercih yapacak ve sorumluluğu alacak şekilde eğitilmelidir.

Herşey yolundaysa, bebeğin sağlığı, boyutları, annenin pelvis yapısı gibi, kendiliğinden başlayan bir doğumda anne ne yaşayacağını ve ne yapması gerektiğini biliyorsa, doğum sırasında sağlık ekibi ile uyum içerisinde üzerine düşeni yerine getirebiliyor, güzel ıkınıyorsa doğumun hayatında başına gelen en muhteşem şey olduğunun bilincindeyse ve mis kokulu bebeğine bir an önce kavuşmak istiyorsa doğum gerçekten çok özel bir deneyim.

Peki neden ülkemizde sezaryen oranı bu kadar yüksek ? Bence en önemli neden anne adayları. Bir kere kız çocuklarımızı anneliyin ne kadar özel ve muhteşem bir duygu olduğunu öğreterek yetiştirmiyoruz. Onlara daha çok annelerin ne kadar çko kahır çektiğinden ve bu işin zorluklarından bahsediyoruz. Doğumu zaten tv dizilerindeki bağırış çağırış sahnelerinden biliyorlar. Bu bilinç altıyla gebe kalıp 9 ay boyunca da gebelik ve doğum hakkında yeterli bilgiye sahip olmuyorlar. Doğum yaklaşınca çevreden "ALLAH KURTARSIN"lar başlıyor.Korku düzeyi iyice artıyor, ortada ne heyecan, ne coşku kalıyor. Bu duygular içindeyken sancılar başlayınca, paniğe kapılan anne adayı başlıyor "beni sezaryene alın " demeye. Artık biz ne desek boş. İsrar edip doğum sürecini beklediğimizde doğumda ıkınmıyor , "yardım etmezsen bebeği zarar görebilir" diyoruz. "görürse görsün , istemiyorum bebeği falan" gibi akla ziyan cevaplar veriyor. Anne adayı gerekeni yapmayınca ebe arkadaşlar karından basarak destek olmaya çalışıyorlar. Hasta ebeyi ittiriyor, ısırıyor!! bebek kanalda ilerlemeyince vakum takıyoruz. Sonunda doğum gerçekleşiyor ,ama, ortalık savaş alanına dönüyor. Bebek yorgun, anne yorgun , biz sağlık ekibi perişan.. Böyle bir doğumdansa 10 sezeryan yapmayı tercih ederim. Oysa anne bilinçli olsa, nefes tekniklerini bilse, gebelikte önerdiğimiz egzersizleri yapmış olsa, doğumda da bizim desteğimiz ve önerilerimiz doğrultusunda güzelce ıkınsa, hem daha az ağrı duyar, epidurale bile gerek kalmaz, hem hayatını en unutulmaz anının coşkusunu doyasıya yaşar.Böyle bir doğumdan sonra vücuttan salınan endorfin adını verdiğim doğal uyuşturucu maddeler sayesinde çabucak ayağa kalkar, yenidoğmuş , annesinin kokusuna muhtaç yavrusunu hemen emzirir. Biz sağlık ekibi de bu kutsal ortamın sıcaklığı ile yogunluğumuzu unutuveririz.


Neyse lafı çok uzattık. Daha olayın biz hekimler bakan yönünü konuşacağız. Bugünlük bu kadar yeter..

7 Ekim 2010 Perşembe

haftalık yemek listesi



Çalışan annelerin herşeye yetişebilmeleri için planlı olmaları mecburiyet. Haftalık listeleri oldum olası sevmem.Çocukken öğretmenlerimin zoruyla çalışma programı yapardım. Bana hep bağlayıcı, kısıtlayıcı gelir. Ama 3 çocuğuz varsa , sağlıklı beslenmeye çok önem veriyoranız ve yemeğinizi kendiniz yapıyorsanız önceden planlamak çok işinize yarıyor. Yardımcımız Fatma Hanım sağolsun evin bütü işlerini hallediyor. Ama yemeği kimseye bırakmıyorum. Yemek yapmak diğer ev işleri gibi değil. Gıdaların besin değerlerini bileceksin, uygun pişirme tekniklerini bileceksin, hijyenik olacaksın, hepsinden önce küçük gurmelere yaptığını beyendireceksin...Allahtan zevk alıyorum mutfakta olmaktan. Tıngırdayan tencereler, pencerenin buharlanması, yemek kokusu evi yuva yapıyor. Gelelim haftanın mönüsüne:



Pazartesi: et suyuna ev tarhanası, taze fasulye, izmir köfe, sütlaç
Salı : brokoli çorbası, dünden kalan fasülye, mezgit kroket ( ben iglo tercih ediyorum ), bol marul salatası
Çarşamba:zeytinyağlı patlıcan( bol sarmısak ve soğanlı ) , fırın makarna, mor lahana turşusu
Perşembe:tavuk çorbası (haşlama suyuna 4-5 adet kereviz sapı, bir bütün soğan ve 1 havuç koydum, haşlandıktan sonra bunları attım, nefis oldu), menemen, yoğutlu semizotu salatası, keşkül
Cuma : cumaları dışarıda yiyoruz

Hafta sonları genelde sofraya yalnız oturmayız. Annemler, kız kardeşim, bazen arkadaşlar .. kalabalık ve neşeli sofra muhabbetlerimiz olur. O yüzden planlamaya gerek yok.

Hergün ne pişireceğim diye kıvrananlara umarım bir fikir vermiştir.

6 Ekim 2010 Çarşamba

DOKTORLUĞA DÖNÜŞ


Dün itibari ile bıraktığım yerden işimin başındayım. Özlemek de özlenmek de güzel..Bir kişinin bile sizin varlığınız nedeniyle iyi olduğunu bilmek, doğum mucizesini yaşamak, bir hayatın ilk nefesine, başlangıcına tanık olmak...çok güzel, ama..Bir de laf anlamayan, ağzından çıkan her lafa şüpheyle bakan, herşey yolunda gitmediği zaman tüm suçu hekimden bilenler var ya..İşte insanı ne çok hasta bakmak, ne bitmek bilmeyen ameliyatlar, ne gece sıcacık yatağını bırakıp hastaya gitmeler.. en çok, bu yıldırıyor. Bir örnek..Eşim, biliyorsunuz, bir yıldır evinden ailesinden ayrı , canını dişine takmış bir şekilde çalışıyor, hem de hiçbir mecburiyeti olmadığı halde.. Adana'dan ayrılırken hasta bakıcısından başhekimine herkez üzüldü. Geçen güb bir hasta, şikayet meyili atmış. Bilmem kaç yaşındaki kronik hepatit c li karaciğer kanseri olan hastası, eşimin taktığı katater yüzünden infeksiyon kapmış ve ölmüş(!) Bu sürpiz(!) ölümün sorumlusu olan eşime ne hakaretler..İnsanın bütün şevki kırılıyor. Eşime "doktor olacağıma pastacı olsaydım keşke" diyorum bazen. "Eminim daha çok kazanırdın"diye takılıyor.. Belki emeklilik günlerinde..Ama şimdilik hekimim..Allah komplikasyonsuz ağız tadıyla yeni bir dönem nasip etsin inşallah..

1 Ekim 2010 Cuma



Oğlumuzu sünnet ettirdik. Babası doğar doğmaz istemişti. Uzamış sarılık, Adana, yaz sıcakları derken kaldı. İşe başlayınca izin almak zor oluyor( zaten izin hakkımı dolu dolu kullandım..). Bir cesaret, gittik , kestirdik. İşlem sırasında emeği geçen tüm Basmane Şifa Hast personeli ve dr Hakan Öztürk Bey'e teşekkürler. İşlem kısa ve basit bir cerrahi prosedür. Bebeğimizi uykuda verdik, uykuda aldık. Fakat sonrası düşündüğümden zor oldu. Doku çok hassas, hemencecik ödemlenmiş. Bez bağlayamadık tabi. Açık bırakınca eli , topuğu çarptı, canı yandı. Sünnet külodu diye bir şey varmış( medikallerde satılıyor) büyük çocuklar için aslında ,ama işe yaradı. Önce külodu giydirdik, üstüne bezi bağladık. Bugün post op 3. gün. Biraz daha iyi. ödem azlmış., keyfimiz gelmiş. İnşallah oğluşum büyüdüğünde de güzel bir tören yaparız, doyasıya eğlenir. Bu arada gerilmekten benim boynum tutulmuş, kıpırdayamıyorum. zormuş oğlan annesi olmak..

17 Ağustos 2010 Salı

sıcakkkkk



Ağustos başına kadar Adana'nın söylendiği gibi çok da sıcak ve nemli olmadığını düşünüyordum. 15 gündür insanların nem derken neyi kastettiklerini anladım. Kafamızı balkona bile çıkaramıyoruz. Camı açınca banyonun kapısını açmış gibi sıcak, ıslak, kadifemsi bir buhar yüzünüze yapışıyor. Fin hamamı gibi..evdeki 2 klima 24 saat çalışıyor. Kliamalar sanki hiç dinlenmeye geçmiyor. Hal böyle olunca bir elektrik faturası geldi ki dudağımız uçukladı:530 lira..
Bu nem nasıl dağılacak aklım almıyor. İnşallah afatlı yağmurlar ile olmaz.

Dönüş için geri sayım başladı. İnşallah bayramın 3. günü İzmir'e uçuyoruz. Bebekle uçak yolculuğu deneyimimi dönüşten sonra yazarım inşallah.

Ramazan sabrıyla geldi çok şükür. Tutmasam mı, sütüm azalır mı ? derken gözümü karattım. Allaha şükür iyiyiz azalma yok sütte.Ek gıdalara da alıştık. Sabahları kahvaltı mamamız : Çok az süte 4 adet bebek bisküvisi, 2 kaşık labne peyniri, iyi haşlanmış bir yumurta sarısı. Günde iki öğün meyve püremiz: şeftali, muz, elma ve bir de karpuz suyumuz var. Yoğurdu sevmedi oğlum. Evde mayaladım, değişik markaları denedim, hatta içine azıcık reçel bile koydum, faydası yok. Damak tadına saygı duymak zorundayız çaresiz.

Adana en çok kızlara yaradı.Kızlarım yaz boyu yüzmeye gittiler. AYAS(Adana yüzme atlama spor klübü)ne devam ettiler. Büyük kızım yüzme biliyordu, ama boğulmayacak kadar. Şimdi pek güzel stilli yüzüyor. Küçüğüm havuza bile atlamaya korkuyordu. Balıklama atlamayı öğrenmiş, severek ,istiyerek yüzüyor.

bir dönemin sonuna geliyoruz. Bizim için çok farklı bir yaz oldu. Çocuklarımla doya doya vakit geçirdim. Ama işimi de, İzmir'i de ,ailemi, arkadaşlarımı da çok özledim.

16 Haziran 2010 Çarşamba

ADANADAN KARELER

Adana tren garı, İzmir Basmane tren istasyonuna benziyor. Zarif bir Alman yapısı.





Bu muhteşem görüntü Adana'ya özgü bir lezzet: bici bici. Eskiden toroslardan getirilen karla yapılırmış. Gül tadında ferahlatıcı bir lezzet.





ADNAN MENDERES BULVARI ( Bizim ev bu manzaraya bakıyor). Seyhan boyunca uzanan bulvar kenarındaki çay bahçeleri, bici biciciler ve şık restauratlar ile deniz özlemini azaltıyor.





Dilberler Sekisi ,gece. Yürüyüş yapmak için çok güzel bir alan. Ayrıca bisiklet kiralayabiliyorsunuz. Adana hekim evi, bu alanı tepeden görüyor. Manzara gerçekten mükemmel.





Dilberler Sekisi, gündüz







Adana Sabancı Camii, 6 minaresi ile İstanbul camilerine benzeyen zarif yapı. Çevre düzenlemesi çok iyi. Yaptıranlardan Allah razı olsun.



























Adana'ya geldik geleli eşime beni saatli meydana götür diye söylüyordum. Hayalimde Konak meydanı gibi bir yer vardı. Nihayet Büyük Saat'i gördük. Zarif bir yapı. 1882'de yapılmış. 35 m yükseklğinde .Çarşı içinde işlek bir caddenin ortasında kalmış, öyle İzmir saat kulesi gibi ortada değil.

























Ulu Camii, Ramazanoğulları beyliği dönemine ait, taş işçiliğinin en güzel örneklerinden. Cami, hemen yanı başındaki medresesi ve avlusundaki güvercinleri ile İstabulvari bir hava estiriyor. Medrese bu gün İslam sanatları merkezi olarak kullanılıyor. Ney eşliğinde çayınızı yudumlarken sizi başka alemlere götürüyor.


Çarşıya çıktıysanız, kebabı Hacı Salih'te yemelisiniz. Yeni Camiinin yanında, antikacılar sokağının girişinde mütevazi bir mekan, fakat yediğim en iyi Adana kebap burada. Sonra çarşı içine dalıp ayak üstü "tatlı" yemelisiniz. Burda halka şeklindeki tulumba tatlısına " tatlı diyorlar. Yazın sıcağına, öyle koca tepsilerden alıp ayak üstü yiyorsunuz. Birde bal kabağından yapılan bir tatlı var. Kabak, kestane şekeri gibi şekerleştirilmiş. Kabak tatlısını çok sevmeme rağmen ben pek beğenmedim.


Adana'da şık restaurantlar pek çok. Hafta sonları hepside ful dolu. Fakat içkisiz yer bulmak çok zor. Kadınlar da dahil olmak üzere alkol tüketimi çok fazla. Bir Pazar günü tam iki saat yemek yiyecek yer aradık. Sonunda Hasanusta Kebap'ı bulduk. Yemekleri leziz, temiz bir mekan.


Bir şehri tanımak için belli bir süre orada yaşamak lazım. Adana beklediğimden çok daha güzel ve görülmesi gerken bir şehir.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Zaman su gibi akıp gidiyor. Daha dün kucağıma aldığım gül yüzlüm 4.5 aylık oluverdi. Şu anda uyuyor. Kollar iki yana açılmış teslim pozisyonundaysa derin uykuda. Öğleden sonra bu şekilde yaklaşık iki saatlik uykymuz var. Bu ykuyu yapamazsa huzursuz oluyor. Artık çok güzel iletişim kuruyor. Ailedeki herkezi tanıyor. Bizi uzun süreli takip edebiliyor. Ayağa dikelmeye, bizim desteğimizle zıplamaya çok hevesli. (Tabi bu hareketleri yaparken tüm vücut ağırlığı bizde olacak.) Hergün banyodan sonra 10 dakika egzersiz ve masaj keyfimiz var. Şimdilik sadece anne sütü alıyor. Kızlarımda işe başlayınca sütüm hemen azalıvermişti. Evde olunca çok şükür hem miktarı ve sanırım hem de kalitesi iyi. Anne sütünün kalitesinde annenin dinlenik ve stresten uzak olması çok önemli. % 50 persantilde doğmasına rağmen şimdi Allaha çok şükür %97 persantilde. Ek gıdalara geçmemize az kaldı. Şeftaliler ballanana kadar bekliyeceğiz.



Yavaş yavaş Adana sıcakları başladı. Ama öyle anlatıldığı gibi korkunç bir durum yok henüz. İzmir'e göre biraz daha nemli hepsi o. Ama akşamları serinliyor. Hele sabaha karşı nasıl tatlı bir serinlik çıkyor. Göl, sabahları sisli ve gizemli görünüyor. Öğleye doğru hava açıksa su ayna gibi saydamlaşıyor. Bulutların ve kıyıya yakın yerlerde ağaçların gölgesi suya düşüyor. Akşamları köprünün ışıklrı yanınca ayrı bir güzel. Bir de gün batınca bir kurbağa ordusu şarkıya başlıyor ki sormayın. Küçük kızıma takılıyorum "Arkadaşların seni oyuna çağırıyor" diye .

Adana zengin bir şehir. İnsanlar yiyip içmeyi, eğlenmeyi biliyor. Şık restoranlar, pastaneler, göz alıcı vitrinler ile ışıl ışıl. Kılık kıyafette de adeta bir yarış var. İzmir'in adı çıkmış.

Gezip gördükçe paylaşacağım inşallah. Şimdilik bu kadar...
not: resimdeki bebek benim bebeğim değil. Eşim çocuklarımızın resimlerinin sanal ortamda bulunmasını istemediği için gerçek resimlerini paylaşamıyorum.

6 Mayıs 2010 Perşembe




VE ADANA GÜNLERİ..




Uzun süredir yine elim bilgisayara gidemedi.Eşim biliyorsunuz eğitim için 6 aydır Adana'da . Bunun ilk üç ayı gebelik dönemime rastladı, çalışıyordum; izne ayrıldıktan sonra dinlenmeye, kızlarımla vakit geçirmeye bol bol zamanım oluyordu. Kısacacı hasret bir yana çok da zorlanmadık, ama doğumdan sonra işler tahminimden çok zor bir hal aldı. Bir yandan bedenene ve ruhen toparlanmaya çalışmak , bir yandan bebeğimin bakımı, gaz sancıları, uykusuz geceler..kızlarım, özellikle iki numara alışltığı ilgiyi göremediği için iyice hırçınlaştı. Velhasıl dağıldım.
Niyetimiz okullar kapanınca Adana'ya gitmekti.Geçenlerde eşim "uygun bir ev buldum istersen erken gel" deyince hiç nazlanmadım. Bir hafta içinde nasıl hazırlandım, toparlandım..Gözümü bir açtım, Adana'dayım. Şu anda Seyhan nehrinin eşsiz manzarasına karşı çayımı yudumluyorum. Evimiz 17. kat. Yanlış duymadınız, Adana gibi 1. derece depre bölgesi olan bir şehirde bu kadar yüksek apartman niye yapılıyor anlamış deyilim. Uçakta gibiyim. Balkon kenarına yaklaşamıyorum.



Şehri hiç tanımıyorum. Bakalım burada günler nasıl geçecek? Bu yazıyı okuyan Adanalı dostlar varsa her türlü tavsiyelerini bekliyorum.Nereleri görmeli, ne yemeli, çocuklar için spor alanları var mı, uygun yaz okulu bulabilecekmiyim, otantik çarşısı, yöresel dükkanları nerede?.. Keşfedecek çok şey var.

29 Nisan 2010 Perşembe





Doğum sonrası için harika bir aktivite plates. 9 ay boyunca gerilip doğumla beraber birden gevşiyen karın kaslarını toparlamak için ideal.Ruhen dinlendiriyor. Sütü bile arttırıyor. Ben sezaryen sonrası 2.5. ayda kontolü olarak başladım, ama siz riske atmayın 3.5 ayı bekleyin. Normal doğum yapanlar 40. günde başlayabilir. İlk günler biraz zorlanabilrsiniz. Sakın pes etmeyin. 1. ayın sonunda tüm eski eteklerinize girebiliyorsunuz, tabi gebelikte aşırı kilo almadıysanız.




DÜNYADA KADIN OLMAK..



Düşünüyorumda bir kadın olarak herhalde dünyanın en şanslı bölgesindeyim. Ülkemin doğusunda ve güneyinde Irak,İran,Afganistan, Hindistan,( malesef güneydoğu ve doğu Anadolu )...kadınlar için hayat hakkı yok. Savaş, yokluk, çok eşlilik, islam adına yapılan ama islamla alakası olmayan cahillikler, töre.. kadın hep ezilen madur olan..Çin de, Japonya'da boğaz tokluğuna köle..
Ülkemin batısında Avrupa, Amerika.görünüşte zengin uygar..Ama aile düzeni yıkılmış , ahlak yerle bir, sadakatsizlik diz boyu..çok eşliliğin modern şekli..Kadın yine yalnız, mutsuz, sadece genç ve güzelken değerli..
Saniyede bir tecavüzün yaşandığı Afrika'dan hiç söz etmeyelim.
Kadının eğitim alabildiği, çalışabildiği, araba kullanabildiği ( ilginç ama Arabistan'da kadınlara araba kullanmak yasak ) kendini istediği gibi geliştirebildiği, ömür boyu evinde baştacı edildiği, yaşlandıkça daha çok saygı gördüğü, fikrine hürmet edildiği başka biryer var mı ? Türkiye'de bütün kadınlar böyle mi diyeceksiniz? değil elbet. Ama denen olmasın. Ahlaki değerlerimizi koruduğumuz , islamiyetin çizgisinden sapmadığımız ve en önemlisi de cahillikle başedebildiğimiz sürece inanın bana Allah bize bu topraklarda cennet hayatını verecektir.

28 Nisan 2010 Çarşamba

SON OKUDUKLARIM









Çocuklara söz geçirme sanatı, üslubunu çok sevdiğim Ali Çankırılı'nın mutlaka okunmasını tavsiye ettiğim bir kitabı. Kitap bizim normlarımıza göre kaleme alınmış ve bol bol örnek içeriyor. Ben faydasını gördüm, öneririm.


Küçük arı, Nijeryalı bir göçmen kızın İngiltere'ye uzanan yolculuğunda başına gelenleri konu alan duygu yüklü bür roman. Okurken göz yaşlarınıza hakim olamıyorsunuz. Bir solukta bitecek cinsten. En çok satanlar listesindeki yerini hakkediyor.












18 Mart 2010 Perşembe

PARABEN' E DİKKAT !

Pek çok ürünün raf ömrünü uzatmak için kullaılan paraben bileşikleri östrojenik aktiviteye sahiptir ve kanserojendir. Pek çok kozmetik ve kişisel bakım ürününde bu madde kullanılıyor ve ciddi cilt sorunlarına yol açabiliyor. Dahası bebeğimizin hassas cildini temizlemek için kullandığımız ıslak mendillerin çoğunda da var. Islak mendil satın alırken ya içeriğini okuyarak parabensiz olduğundan emin olun ya da bebeğinizin poposunu ılık su ve pamuk ile temizleyin. ( parabensiz ıslak mendiller diğerlerine göre daha pahallı tabi.)Bu madde aynı zamanda ketçap, mayonez, salata sosları gibi hazır gıdalarda da kullanılıyor. Ben bu nedenle ketçap yerine domates sosu( domates, sarmısak, nane,az tereyağı) tercih ediyorum. Mayonezi de çok gerekliyse evde yapıyorum. Ama çocuklara mayonez yerine mümkün oldukça sarmısaklı yoğurt veriyorum.

16 Mart 2010 Salı



HAFİF VE KALSİYUMLU TARİFLERE DEVAM


TRAMİSU


KEK: 2 yumurta

1/2 br şeker
1 pk kabartma tozu

1 çay bardağı süt

1 pk kakao

kıvamı tutana kadar un


KEKİ ISLATMAK İÇİN: 1 bardak ılık suya 1 tatlı kaşığı şeker 1 tatlı kaşığı nescafe( öyle liköre falan gerek yok )


KREMA: 2 bardak süt

2 yumurta sarısı

3 kaşık un

piştikten sonra 1 pk labne peyniri


EN ÜSTE : toz kakao


Tarifte hiç yağ yok. sütlü, labneli, yumurtalı son derece besleyici ve yaklaşık dilimi 150 kalori. Afiyet olsun.

10 Mart 2010 Çarşamba



DOĞUM SONRASI DEPRESYON


Bu gün lohusalık döneminde her 10 kadından birinde görülen "post partum depresyon" dan bahsetmek istiyorum. Doğumu takip eden süreçte gebelik boyu en üst seviyede salgılanmış olan östrojen ve progesteron hormonlarının ani düşüşü pek çok kadında sıkıntılı bir ruh haline neden olur. Bu sıkıntılı durum, %60 annede doğum sonrası hüzün, %10 anne de ise derpesyona kadar ilerler. Bir yandan fiziksel iyileşme süreci, özellikle sezaryen sonrası, bir yandan kan kaybının getirdiği bitkinlik, bir yandan vücudu son derece yoran süt üretimi, bir yandan uykusuzluk ve en önemlisi sizin bakımınıza muhtaç küçücük bir bebek.. Lohusalık gerçekten kadın hayatının en zor dönemlerinden biridir. Bu dönemin sorunsuz atlatılabilmesinde çevrenin desteği çok önemli. Eşlere ve aile büyüklerine bu noktada gerçekten çok iş düşüyor. Bebeğini istiyerek dünyaya getiren kadın, hele de bebeğini sağlıkla kucağına almışsa çevre desteği ile bu dönemi kolay atlatıyor.

Peki anne bireysel olarak ne yapabilir?

En başta iyi beslenme, bol sıvı alımı, doktorunun tavsiye ettiği demir ve vitamin hapları kısa sürede bedensel olarak toparlanmaya yardım edecektir

Bu dönemin fizyolojik ve geçici olduğunu bilmek kişiyi rahatlatır.

Fiziksel olarak toparlanmaya başladığınızda mutlaka kendinize zaman ayırın. Kısa yürüyüşler, egzersiz yapmak, eskisi kadar uzun süreli olmasa da hobilerinizle ilgilenmek, eşinizle bir yarım saat baş başa kahve içip sohbet etmek size iyi gelecektir.

Bebeklerle ilgili dergiler okuyun, internet sitelerine girin, bebek mağzalarını gezin. Bu annelik motivasyonunuzu destekler.

Kendinize bakın. Cilt bakım ürünleri kullanın, saçınızı boyatın..

Bütün bunlar içinizdeki sıkıntıyı hafifletmiyorsa, kendinizi çok bitkin, mutsuz, değersiz hissediyorsanız bir uzmandan yardım almaya çekinmeyin.

9 Mart 2010 Salı


Yeni favorim lor kurabiyesi. Bir tanesi sadece 100 kalori . İçinde yağ yok. Üstelik kalsiyum deposu. Tavsiye edrim.
Tarifi:
2 yumurta( 1 tanesinin beyazını üstüne sürmek için ayır)
1/2 kg tatlı lor
1 pk kabartma tozu
1.5 bardak şeker
alabildiğince un( yumuşak bir hamur olacak)
Kurabiyeleri irice şekillendirn. Önce yumurta akına sonra toz şeker bulayın. 200 derecede yaklaşık 20 dk pişirin. Gönül rahatlığıyla afiyetle yiyin.

3 Şubat 2010 Çarşamba



Çocukken okumayı çok sevmediğim halde cuma günlerini iple çekerdim. Her cuma elinde Türkiye çocuk dergisi ile gelen babamı kapıda beklerdim. Kızlarıma her ay "meraklı minik" ve "bilim çocuk" dergilerini alırken alış veriş merkezlerindeki dergi stantlarında gözüm Türkiye çocuk' u arardı. Geçenlerde bir gazete bayiinde rastladım. Ne kadar güzelleşmiş. Baskısı, kağıt kalitesi, içeriği.. eskisinden de iyi. Artık alacak bir dergimiz daha oldu. Tavsiye ederim.

28 Ocak 2010 Perşembe


Yunus Kerem adını verdiğimiz yavrumuza sağ salim kavuştuk. Dualarını bizden esirgemeyen tüm dostlarımıza teşekkür ederiz.